‘Ölü Şair’
Efe Murad’ın ‘Ölü Ozan’ adlı romanı Olağandışı Seyir serisi kapsamında İthaki Yayınları tarafından yayınlandı. Kitap, okuyucuyu Viyana’nın elit çevresinde kendini sorgulayan bir bireyin çağrışımına, yansımasına ve bazen kuruntulu zihnine davet ediyor.
Efe Murad 1987 yılında İstanbul’da doğdu. Robert Kolej’den sonra Princeton Üniversitesi’nde felsefe ve siyaset bilimi okudu. Ardından Harvard Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi ve İslam İdeolojisi alanlarında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Ezra Pound’un ‘Cantos’u da dahil olmak üzere on çevirisi bulunan yazarın aylaklık ve şiir üzerine Kadıköy’e dair gözlem ve düşüncelerini aktardığı ‘Boş Partilerin Zevkleri’ adlı kitabı 2021’de yayınlandı. Murad’ın yeni kitabı ‘Ölü’ Halen Wellesley College’da tarih öğretmenliği ve yazarlık yapmakta olan Şair’, Beyza Ertem’in editörlüğünü yaptığı ‘Garip Seyir’ dizisinde yayınlandı.
Edebiyatçılar, özellikle roman türünde birçok denemeye başvurmuşlar ve yeni üsluplar denemişlerdir. Bu süreçte klasik anlamda kurmaca iskeletine dayanan roman türü de gelişerek fikir ve çağrışımlara kapılarını açmış, böylelikle kurmacanın geri plana itildiği eserlerin sayısı artmıştır. artırılmış. Hatta Georges Perec gibi bazı kalemler deneyselliğin sınırlarını zorladı. Örneğin, Perec bir kafede oturdu ve ‘Paris Mahallesi Tüketim Deneyi’ başlıklı bir çalışma yaratmak için saat saat gözlemlerini yazdı. Belirtmek gerekir ki yazarın buradaki amacı, en az kurgu kadar günlük akışın da şaşırtıcı olması. Özetle, insan çağrışımları, düşünceleri ve gözlemleri bireysel olarak kurgusaldır ve özünde eğlenceli oldukları için büyüleyicidir. Tıpkı Beyza Ertem’in önsözde belirttiği gibi: “Bütün oyunlar keşfedilmiş olabilir ama hepsini bir arada oynayamazdık.”
‘Ölü Ozan’ çok eğlenceli ve rüya gibi bir metin. Kurgusal yapı, kahramanın Kulturkontakt’ın daveti üzerine Viyana’daki Schloss’ta saray ortamına ve seçkin bir çevreye girmesine dayanır ve burada şiirsel metinler yazma işini önce reddeder ve daha sonra kabul eder. Bu yapının içinde okuyucu, yazarın zihninin alışılmadık seyri içinde bulur kendini. Bu bilinçle irdelenen pek çok sorunsal mevcuttur. Bu sorunsalların bir kısmı ‘sistem’, bir kısmı ‘metafizik poetika’ odaklıdır. İlkinin mekâna dair sorgulamasına değinecek olursak, Viyana ve çevresi ‘soylulaştırılmış’ bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında, Henri Lefebvre’in yetmişli yıllarda ortaya koyduğu gibi, mekânın siyasallaşması söz konusudur, çünkü artık mekân da mübadele değeri kazanarak hem metalaşmış hem de yeni bir tahakküm alanı haline gelmiştir. Yerleşme. Böylece mekân, hükümdarın tahakküm bağları ekseninde planlanmış ve tasarlanmış bir aygıta dönüşerek, insanların umursamaz olduğu bir ortam bırakmaktadır. Bu aygıtın çarklarını döndüren ise, kitapta özellikle komün karşıtı olarak vurgulanan bürokrasidir. Bürokrasi sadece çarkları döndürmekle kalmaz, aynı zamanda mekânlara ‘akılan’ kaygıların işleyişini de düzenler. Böylece, güç katalizörleri ahlak, kültür ve din gibi soyut maliyetler üretirler ve bu maliyetler, insana istediği şekli vermek yerine, ‘ideal’ durumu kendisinin üstlenmesini sağlar. Bu değerlerden ‘hayatta kalmak’ için istediği ‘yemeği’ satın alan kişi, gündelik hayat olgusu içinde kendisini monotonlaştırmaktadır. Başka bir deyişle, güç sembolleri tarafından yönetilir: kaygı maddeleri. Ancak kitabın da belirttiği gibi, birey korkusunu açığa vurursa hiçlik – diyalektik olarak varlık noktasına ulaşabilir. Kahraman, tüm bunların farkında olmaktan huzursuzdur. Bu farkındalığı defalarca ‘alev’ imgesiyle göstermek üzere. ‘Alev’ imgesinin tam olarak ne olduğunu bilmek zor olsa da sözde karşılıksız aşk agape’nin zıttı olan eros’u ifade eder. Çünkü eros insan dürtüsüdür. Her zaman makul, saf ve karşılıksız olmayan, bazen akla aykırı, bazen kirli ve çoğu zaman karşılıklı olan bir aşk şeklidir. Şeffaflığın neoliberal toplumunda yok edilmek istenen odur. Bu, ‘korumalı’ değil, ‘korunmasız’ bir toplumun temelidir. Bu bilinci ‘parantez’ içine almak, varlık ile yokluğun ortasında perdesiz kristal ‘viral hakikat’ ile karşılaşmak demektir. Taklit ve intihal içermez.
“Bu şehirden gideceğimi söyleyen herkes sonunda bu şehirde mahsur kalmıştır. Yeşil alanlar, turistik eşya satan dükkânlar, kamu binaları, sağa sola dikilmiş heykeller, yollarla ayrılmış adalar. Hepsinin arkasında Viyana ideolojisi var. Küçük burjuva hayallerini yalar. Fışkıran yiyeceklerle uçup giden rüyaları rahatlatarak.” (s.79)
Kahramanın bakış açısıyla yazılan kitabın başkahramanı, şiiri -ve sözleri- bu düzenlemede bir yarık açabilecek, aynı zamanda kolektif akıl ve kolektif hafıza kavramlarını sorgulamak için bir yöntem olarak görmektedir. açık bir zihne ulaşmak. Bunun en çarpıcı örneği Kaygusuz Abdal’ın ‘ebedi mürit’ olduklarını iddia eden maddi-şairleridir. Anlatıya göre bu şairler eşyanın tabiatına hakim olabiliyor, hareket ettirebiliyor, yok edebiliyor, yaratabiliyor ve hatta ölüleri diriltebiliyorlardı. Her zamanki gibi şiirleri oluştuktan sonra yok olmak zorundadır. İbn Teymiyye bunu ‘gerçek olmayan bir kıyam’ olarak tanımlar. Yani kelimelere tam anlamıyla nüfuz edebilen insan, bir direnme, başkaldırma hali içindedir.
Bir de isyanın ritmiyle el ele giden ‘isyan’ kavramı var: Bilindik bir tabir, Muallim Naci’nin hatırası nisyanla müşkül durumda. Bazılarına göre insan kelimesinin kökeni unutmak fiiline dayanmaktadır. Böylece, kişinin engelliliği unutkanlık olarak tasavvur edilmiştir. Kitapta bununla ilgili bir de kıssa var: Her şeyin tarihçisi. Rivayete göre bu kişi gördüğü her şeyi yazıyordu. Bir süre sonra takipçilerini her yere göndererek onlardan gelen bilgileri işledi. Ancak zamanı geldiğinde kendi hikayesini yazmadığı için bu ‘ayrıntılı tarih’in eksik olduğunu fark etti ve ölmeden hemen önce kendisini kalbime ekledi. Esasen günümüzün dev bilgisayarları, üstün işletim sistemleri ve fiberoptik teknolojisi üzerinde tek başına çalıştı. Peki, her şeyin tarihini yazarak ortak akıl ve hafızaya ulaşmak mümkün mü? Ancak mesele şairlerinin ve her şeyin tarihçilerinin ortak paydası şu önemli sorunun cevabından daha fazlasıdır: Eşyanın hakikatine ulaşma amacı. Açarsak, madde-biçim ilişkisini/ikilemini/birliğini çözmek için, ister içten ister dıştan. Kaygusuz Abdal’ın sözleriyle aşk bitkisine ulaşan kitabın kitabesi aşk otunun söz edildiği şiirden alınmıştır: Hayran kim, yer gök ve anne seyrediyor. Bu ayet birçok şekilde okunabilir. Hayran: Gözlemci, kafası karışmış, beğenilmiş, kafa [kenevirden] tütsülenmiş. Seyran: Bakan, dolaşan, gezinen, açan, tazeleyen. Başı dumanlı olan aşk otu içen kişinin dünyaya gözlemlediği gibi baktığı düşünülebilir çünkü onun gözünde yer ve gökyüzü o kadar netleşir ki bu kişide ikisi de dolaşır. Metnin çağrıştırıcı bölümlerindeki sigara sahnelerini dikkate alırsak kitabe daha anlamlı olur. Doğal olarak şunu da eklemek gerekir ki bu sırra ulaşan kişi yok olmaya mahkumdur. Mayıs şairi.
“Orada olmanın bir anlamı varsa, boşluğun da bir anlamı vardır. Boşluğun sırrı bizim anlayabileceğimiz bir şey değil.” (s.158)
Özetle Efe Murad’ın ‘Ölü Ozan’ kitabı tüm bu özellikleriyle alışılmadık, katmanlı, pek çok sorunsalı irdeleyen ve felsefi katmanlarıyla okuyucuyu düşünmeye sevk eden bir roman diyebiliriz.